Karamanlı Yazar Hasan Baran'ın 'ANADOLU'NUN UĞURU kitabından bir bölüm:KARADAĞ’DAKİ BÜYÜK KRAL HARTAPUKaradağ’ın arka yanında ulu bir tepe vardır. Karadağ’dan da yüksektir o tepe. O ulu tepenin doruğunda dev bir kayalık vardır, sihirli bir kılıçla kesilmiş gibi düzdür o kayalık. O kayalığın altında ağır kokulu kekik çalıları... O kayalığın aşağısı Madenşehri yolu... O yol, top top topraktan fışkırmış, oklu kirpinin uzun dikenlerine benzeyen kütür kütür çalıları bölerek Madenşehri’ne iner, oradan da Dinek Köyü’nün önüne gelir. Dinek, Eminler Demiryurt, Kisecik, Ortaoba derken dağın etrafını dolaşır. Karadağ’ın o ulu tepesinde taht biçiminde düzeltilmiş yüzeyin sırt dayama yüzeyi üzerinde sol elinde çiçeğe benzer bir asa ile sağ elinde bir kâse tutan, oturur vaziyette bir adam rölyefi yer alır. Başının hizasında sağ tarafta yer alan Luvi hiyeroglifi ile yazılmış yazıt ‘Büyük Kral Hartapu’ olarak okunmaktadır. O, ‘Büyük Kral Harpatu’nun ruhu, ne elle tutulur, ne gözle görülür. Kimi zaman toprağın altındaki su gibi derinlerde, ya da havadaki buğu gibi dağınık ve yükseklerde, kimi zaman yaptığından ettiğinden belli olan bir kuvvet… ya da yansımasında ışıldayan bir ışık, kimi yerlerde belki bir buğday başağında, belki bir yılkı atının kayalara çakmaktaşı gibi vuran kıvılcımlar çıkaran toynağında, belki de bir kekiğin kokusunda, belki bir köknarın koyu, bir kayının açık yeşilinde, belki de bir yabani koyunun sarı kehribar bakışında... Karadağ’ın her yanında olan, bir başka efsunlu ruhtu bu… Karadağ’dan karaman ovasına bakıyordu. Üç bin yıl önce Karadağ’ın tepesine kurduğu o güzel Hitit yurdu, tapınaklar, kaya kabartmaları, göz alabildiğine uzanan surlar, saraylar, havuzlar, bahçeler, bağlar, koskoca bir tarih yok olmuş gitmiş, yerinde yeller esiyordu. Kalan tek tük kalıntılar ise hazine arayıcıları tarafından tahrip edilmişti. ‘Büyük Kral Harpatu’nun ruhu Karadağ’ı geze göre dolanıp duruyordu işte… Gelip o kayalık üzerindeki tahtına oturuyor, Karaman ovasına bakıyordu.
İvriz’deki kaya kabartmasında, elinde başaklar ve üzüm salkımı tutan ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ geliyordu bazen yanına. Birlikte oturup beraberce bakıyorlardı Karaman ovasına.
Bir gün, Karadağ’ın tepesinde ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ yine bir araya geldiler. Oturup birlikte Karaman ovasını seyrettiler. Sonra kalkıp iki kartal gibi uçup, Karadağ’ın üstündeki eskimiş, dökülmüş örenlerin, yıkıntıların üzerinden, Madenşehri’ne doğru gittiler. Yılkı atları ortaya çıktı. Top top çalılar, otlar, taş toprak, dağ, tepe, ata kesti. Kahverengi, siyah, sarı benekli, ak, her birisi bir kartal kanadı kadar atlar biribirlerine girmiş, yüzlerce, binlerce büyük bir at çevriminde dönmekte, göğe çıkmakta, dalgalanmakta, dağa serilmekte, sonra birden kalkmakta, bulut bulut gene havalanmakta, Karadağ’ı erişilmez, hayran, bambaşka, büyülü bir dünya yapmaktaydı. Bu uğultulu, uçsuz bucaksız at tufanına bir müddet baktılar. Sonra atlarla birlikte ovaya, aşağılara indiler. Karaman’da dolaştılar. Karaman’ın meydanında Aktekke Camii’nin avlusunda hafif bir yelle, büyülü binbir yeşil içinde yapraklarını hışırdatan büyük çınar ağacının altında oturdular. Mevlana’nın ders dinlediği, Yunus Emre’nin şiirler okuduğu avludaki küçük odalara, Mevlevi dervişlerinin türbelerine baktılar. Sonra caminin içine girip Mevlana’nın annesi Mümine Hatun’un ve akrabalarının kabirlerini dolaştılar. Oradan Osmanlı sultanı Murat Hüdavendigar’ın kızı Nefise Sultan adına yapılan medreseye vardılar. Kapısındaki yıldız yıldız ışık döşenmişcesine donanan muhteşem işlemeleri okşadılar. Yanındaki Karaman müzesine uğrayıp Manazan mağaralarında bulunup buraya getirilen Bizans kızı mumyasına baktılar. Oradan alçak bir tepenin üzerinde kollarını iki yana açmış biri gibi Karaman’ı yukardan izleyen kaleye geçtiler. Sonra Karaman’dan çıkıp yıldırım gibi Taşkale’ye vardılar. Taşkale bir başkaydı. Verimli, sağlıklı, ışıltılı bir kasabaydı. Büyülü bir dünyadaymışçasına yaşıyordu bu kasabadaki insanlar. Binlerce yıldır düz duvara tırmanıyorlar, tahıllarını, yiyeceklerini, makara sistemiyle yukarıya çıkararak, kaya içinde insan eliyle oyulmuş odalara koyuyorlardı. Killi kireç taşının nemi ve ısıyı sabit tutma özelliğinden dolayı, bu özellik sayesinde içerisine koyulan nohut, buğday, arpa, mercimek, ceviz, peynir özelliğini kaybetmeden yılarca dayanıyordu. ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ Taşkale’den sonra, Manazan mağaralarına gittiler. Bu yüksek mağaralar, çok eskilerde Bizanslıların bir tepenin içini oyarak yaptıkları özgür yaşayıp, ibadet ettikleri bir şehirdi. At meydanı denen bölümünden atlar bile bu mağara şehrin içine girerlerdi. ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’, silme gökyüzü mavisine batarak, Manazan’dan, İncesu Mağarası’na gittiler. Su bazı yerlerinde çağıl çağıl kaynıyordu, buz gibiydi. Sarkıtlar ve dikitler bazı yerlerde birer ağaç gibi uzamıştı. Mağara kilometrelerce ta uzaklara kadar gidiyordu. Uğultulu, oldukça geniş, havadar ve serindi. Sanki Pamukkale’nin yer altında saklı bölümüydü. Bazı yerlerde de su bulanıktı, çürümüştü, sanki etraflarında görünmeyen sazlar, bodur otlar, kısa, parlak kaya çiçekleri vardı; yosun kokuyordu. Yüzlerce traverten havuzu kat ederek yürüdüler. Sonra çıktılar İncesu Mağara’sından. Kartallar gibi uçarak, İbrala Deresi’nin doğduğu Göztaşı Tepesi’ne ulaştılar. İbrala Deresi’ni baştan sona dolaştılar. Göztaşı tepesinden Canhasan’a kadar, suyun bu kıyısında, Sudurağı, Aşıran, Kubaşan ve Akçaşehir köyleri... Türlü, renkli ağaçlar, otlar... Ak Köprü’nün yanında çağıl çağıl kaynayan pınarlar, yumruk büyüklüğünde açan mavi çiçekler…
Çığlık çığlığa kuş sesleri, kurbağa vıraklamaları, akan çayın çağıltısı… böcek sesleri, böğürtlen çalılarının uğultusu, sazların hışırtısı…
Büyük Kral Hartapu ile Fırtına Tanrısı Tarhundan, İbrala Deresi boyunca dolaştıktan sonra, ayrıldılar birbirlerinden. ‘Fırtına tanrısı Tarhundan’, İvriz’deki kaya kabartmasına girdi yeniden. Eline başakları ve üzüm salkımını aldı. ‘Büyük Kral Hartapu’ ise gitti yine Karadağ’ın tepesindeki kayalık üzerindeki tahtına oturdu.
Sol eline asasını, sağ eline kâsesini aldı.
Karanlık çöktü, akşam oldu.
Karanlığa büründü her şey… KARAMANLI YAZAR HASAN BARAN
İvriz’deki kaya kabartmasında, elinde başaklar ve üzüm salkımı tutan ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ geliyordu bazen yanına. Birlikte oturup beraberce bakıyorlardı Karaman ovasına.
Bir gün, Karadağ’ın tepesinde ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ yine bir araya geldiler. Oturup birlikte Karaman ovasını seyrettiler. Sonra kalkıp iki kartal gibi uçup, Karadağ’ın üstündeki eskimiş, dökülmüş örenlerin, yıkıntıların üzerinden, Madenşehri’ne doğru gittiler. Yılkı atları ortaya çıktı. Top top çalılar, otlar, taş toprak, dağ, tepe, ata kesti. Kahverengi, siyah, sarı benekli, ak, her birisi bir kartal kanadı kadar atlar biribirlerine girmiş, yüzlerce, binlerce büyük bir at çevriminde dönmekte, göğe çıkmakta, dalgalanmakta, dağa serilmekte, sonra birden kalkmakta, bulut bulut gene havalanmakta, Karadağ’ı erişilmez, hayran, bambaşka, büyülü bir dünya yapmaktaydı. Bu uğultulu, uçsuz bucaksız at tufanına bir müddet baktılar. Sonra atlarla birlikte ovaya, aşağılara indiler. Karaman’da dolaştılar. Karaman’ın meydanında Aktekke Camii’nin avlusunda hafif bir yelle, büyülü binbir yeşil içinde yapraklarını hışırdatan büyük çınar ağacının altında oturdular. Mevlana’nın ders dinlediği, Yunus Emre’nin şiirler okuduğu avludaki küçük odalara, Mevlevi dervişlerinin türbelerine baktılar. Sonra caminin içine girip Mevlana’nın annesi Mümine Hatun’un ve akrabalarının kabirlerini dolaştılar. Oradan Osmanlı sultanı Murat Hüdavendigar’ın kızı Nefise Sultan adına yapılan medreseye vardılar. Kapısındaki yıldız yıldız ışık döşenmişcesine donanan muhteşem işlemeleri okşadılar. Yanındaki Karaman müzesine uğrayıp Manazan mağaralarında bulunup buraya getirilen Bizans kızı mumyasına baktılar. Oradan alçak bir tepenin üzerinde kollarını iki yana açmış biri gibi Karaman’ı yukardan izleyen kaleye geçtiler. Sonra Karaman’dan çıkıp yıldırım gibi Taşkale’ye vardılar. Taşkale bir başkaydı. Verimli, sağlıklı, ışıltılı bir kasabaydı. Büyülü bir dünyadaymışçasına yaşıyordu bu kasabadaki insanlar. Binlerce yıldır düz duvara tırmanıyorlar, tahıllarını, yiyeceklerini, makara sistemiyle yukarıya çıkararak, kaya içinde insan eliyle oyulmuş odalara koyuyorlardı. Killi kireç taşının nemi ve ısıyı sabit tutma özelliğinden dolayı, bu özellik sayesinde içerisine koyulan nohut, buğday, arpa, mercimek, ceviz, peynir özelliğini kaybetmeden yılarca dayanıyordu. ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’ Taşkale’den sonra, Manazan mağaralarına gittiler. Bu yüksek mağaralar, çok eskilerde Bizanslıların bir tepenin içini oyarak yaptıkları özgür yaşayıp, ibadet ettikleri bir şehirdi. At meydanı denen bölümünden atlar bile bu mağara şehrin içine girerlerdi. ‘Büyük Kral Hartapu’ ile ‘Fırtına Tanrısı Tarhundan’, silme gökyüzü mavisine batarak, Manazan’dan, İncesu Mağarası’na gittiler. Su bazı yerlerinde çağıl çağıl kaynıyordu, buz gibiydi. Sarkıtlar ve dikitler bazı yerlerde birer ağaç gibi uzamıştı. Mağara kilometrelerce ta uzaklara kadar gidiyordu. Uğultulu, oldukça geniş, havadar ve serindi. Sanki Pamukkale’nin yer altında saklı bölümüydü. Bazı yerlerde de su bulanıktı, çürümüştü, sanki etraflarında görünmeyen sazlar, bodur otlar, kısa, parlak kaya çiçekleri vardı; yosun kokuyordu. Yüzlerce traverten havuzu kat ederek yürüdüler. Sonra çıktılar İncesu Mağara’sından. Kartallar gibi uçarak, İbrala Deresi’nin doğduğu Göztaşı Tepesi’ne ulaştılar. İbrala Deresi’ni baştan sona dolaştılar. Göztaşı tepesinden Canhasan’a kadar, suyun bu kıyısında, Sudurağı, Aşıran, Kubaşan ve Akçaşehir köyleri... Türlü, renkli ağaçlar, otlar... Ak Köprü’nün yanında çağıl çağıl kaynayan pınarlar, yumruk büyüklüğünde açan mavi çiçekler…
Çığlık çığlığa kuş sesleri, kurbağa vıraklamaları, akan çayın çağıltısı… böcek sesleri, böğürtlen çalılarının uğultusu, sazların hışırtısı…
Büyük Kral Hartapu ile Fırtına Tanrısı Tarhundan, İbrala Deresi boyunca dolaştıktan sonra, ayrıldılar birbirlerinden. ‘Fırtına tanrısı Tarhundan’, İvriz’deki kaya kabartmasına girdi yeniden. Eline başakları ve üzüm salkımını aldı. ‘Büyük Kral Hartapu’ ise gitti yine Karadağ’ın tepesindeki kayalık üzerindeki tahtına oturdu.
Sol eline asasını, sağ eline kâsesini aldı.
Karanlık çöktü, akşam oldu.
Karanlığa büründü her şey… KARAMANLI YAZAR HASAN BARAN