KARAMANLI YAZAR HASAN BARAN’IN 'ATATÜRK’ÜN FOTOĞRAFINA BAKARKEN' KİTABINDAN, KARAMAN-TAŞKALE BÖLÜMÜ:"...Karaman’ın kırk beş kilometre doğusunda Yeşildere Irmağı, Toros Dağları’nın iç yamaçlarını yalayarak Taşkale’ye doğru havzasını geliştirerek akar. Üst çığırındaki Aksuvat Deresi, kuzeydeki Kanlıöz Deresi ve güneyindeki Karacınkol Deresi ile birleşerek geniş bir kol oluşturur. Sarı kumlar üzerinde güneşten parıldayarak vadiye iner.Irmağın bir tarafında, tepenin boz sırtları ta Toros Dağları’nın kayalık yığınına kadar, kıvrıla büküle çıkar ama vadi tarafında ırmak kıyısı böğürtlen çalılıktır.Böğürtlen çiçekleri burada inanılmayacak kadar koskocaman patlar, mor bir ışık gibi pare pare dökülür. Mosmor bir renk sanki akarsuyu takip ederek bir yandan bir yana akar.Derin vadinin tabanının genişlediği yerde, masalsı, tuhaf şekilli kayaların oluşturduğu bir yükseltinin eteğinde kıvrımlı yolların ardına gizlenmiş bir yerdeydi Taşkale.1938 yazının sonlarıydı Taşkale’ye geldiğimizde.Hepsi ışıl ışıl gözlü, güleç insanlar Atatürk’ü büyük bir coşku ile karşıladılar. Sanki hep onu beklemişlerdi.Tahıl ambarlarının arasına bir de Atatürk fotoğrafı yerleştirmişlerdi.Köyün kuzeyini boylu boyunca saran düz kaya kütlesinin bir kısmı oyulmuş, bu oyuklar tahıl ambarı olarak kullanılıyordu.İnsan bu büyüleyici, masallarla dolu, düş figürü gibi görünen oyuntulara bakarken alışılmış hayatın dışına çıkıp geçmişin gizemlerini düşünmeye başlıyor, akılla değil de, en derin içgüdüsel duygularıyla bir akıl yürütme göğüne kanat çırpıyordu. Bu oyuntulardan, ya da söz uygunsa, coşkulu insan ruhundan bir öğüt, bir açıklama, bir masal, sınır tanımayan düş gücü kıvılcımlar gibi sıçrıyordu. Tümüyle kendini doğa ile birlik içinde duyumsayan ilk insanların alışılmadık betimlemeleriydi bu oyuntular ve elle tutulur, taş gibi ağır, kıpkırmızı kıvılcımlar saçıyorlardı… Ambarların kırmızı yüzleri, güneşte benek benek olmuş, doğanın varlığıyla başlayan ilkel ayin tinselliğine geri döndüren sihirli, insanı büyüleyen; yerde, gökte, geçmişte, gelecekte, evrensel varoluşun kıvılcımlarına dönüşmüştü. Bu kıvılcımların göz şaşırtan ışığına şaşkınlıkla bakakalıyordu insan.Hiçbir şey daha olağanüstü görünemezdi. Muhteşemdi bu oyuntular… Tarih, düş, masal karışımı olan bu oyuntular toplumun yaşadığı tüm çağların inançlarını incelikle harmanlamıştı.Kızgın doğa ile yanardağ tutkulu ilk akıllı insanın bir aziz, bir sanatçı, bir çocuk sevinciyle oyduğu, çılgın düşlerle gerçeğin muazzam karışımıydı bu oyuntular. Kim bilir insanlar bu yüzlerce mağarayı, dümdüz kayaya kertenkele gibi tırmanıp oyarken neler hissetmişlerdi? Onca tehlikeli uğraştan sonra açtıkları kocaman oda kadar oyukların içine girince neler yaşamışlardı?Belki de kireçtaşının ak tavanlarında bir gök kubbe yarattıklarını ve orada binlerce yıldızın ışığa durduğunu duyumsamışlardı. Binlerce yıl sonra Türkmen Yörüklerinin bu oyuntuları tahıl ambarları yapacaklarını düşünmemişlerdi bile… Bıçak sırtı gibi, dümdüz dağ gibi, bir kayaya kuş gibi ulaşıp yüzlerce oyuk açmak,kayanın içindeki cini uyandırmak ve bundan kendine özgü bir tat almak ve bunu binlerce yıl sürecek bir düşe çevirmek. Bu oyuntulara insan ulaşımı yine kayaya oyulmuş, ‘tutamak’ ve ‘sekemek’ adı verilen küçük oyuklarla sağlanıyordu. Tutamak ve sekemek aracılığıyla ulaşılan tahıl ambarlarının üzerinde birer makara sistemi bulunmaktaydı. Buraya ulaşan kişi, makaraya doladığı halatı aşağı yolluyor, aşağıda halata ambarda saklanacak olan ürün bağlandıktan sonra, basit makine mantığıyla yukarı taşınıyor, ahşap kapıları kapatılıyor ve mahsuller yıllarca güvenle saklanabiliyordu.Binlerce yıl önce, insan eli ile tek ve iki oda olarak oyulmuş olan 5 ile 10 m²’lik bu 251 oyuğun oluşturduğu mağaralarda killi kireç taşının nemi ve ısıyı sabit tutma özelliği sayesinde peynir, nohut, buğday, arpa, mercimek, ceviz, patates, soğan, elma gibi ürünler yirmi otuz yıl bozulmadan duruyordu.Seferberlikten kalma buğdaylar vardı bu kayanın içinde oyulmuş ambarlarda. İşte o ambarların önünde toplanıyordu insanlar Atatürk’ü karşılamak için.Sanki Atatürk küçükken buradan ayrılmış, büyümüş, Anadolu’yu kurtarmış, düşmanı kovalamış ve dönmüştü memleketine. Öyle bir coşkuyla karşıladılar...Halı tezgâhları boşaldı birden… Boşaldı evler, avlular, sokaklar, tahıl ambarları… Taşkale bütün sıcaklığı, çiçekleri, yeşilliği, samimiyeti, güzelliği, dostluğu, ahbaplığı, kardeşliği, merhabası ile halk görgü ve bilgeliği içinde Atatürk’ün etrafına toplandı.Sevinç çığlıkları kaplayıverdi dört bir yanı! Atatürk’ün hiç beklenmedik bir sırada gelmesi bayram havası estirdi.Atatürk’ün etrafında biriktiler. Dopdolu. İğne atsan yere düşmez, öylesine dolu.İkramlar edildi. Yenildi içildi. Karşılıklı kahveler çaylar içildi. Hoş sohbetten sonra… Aziz Atatürk gülümsedi ve etrafında toplanan insanlara gür kaşlarının altından mavi bir ateş gibi baktı. Dünyada hiçbir göl, hiçbir deniz, hiçbir su Atatürk’ün gözlerinin maviliğinde olamazdı. Masmavi... Ne gökyüzünde vardı öyle bir mavi ne de başka bir yerde. Bir tek mavi uyardı bu maviye. Anadolu ovalarındaki çiçeklerin mavisi… Bir de bir camın kırık kesitine bakın, işte o mavi. Günün her saatinde başka, türlü türlü renge giriyordu Atatürk’ün gözlerinin mavisi. Bir bakıyordunuz bir yer morumsu, yer yer koyu mavi, yer yer de bozarıveriyor.Bir yer yeşil... Sonra birden başkalaşıyor. Bir al ışık giriyor Atatürk’ün gözlerinin mavisine, şimşek gibi kayarak öte taraftan çıkıyor. Bu al ışık oyunu sürüp gidiyor. Renklerin türlüsü... Saymakla bitmez ki... Renkler oynaşıyor, renklerin cümbüşü var Atatürk’ün gözlerinde. Gözleri pırıltı içinde… Gözlerinin şavkıdağlara vurmuş. Dağlar ışığa batmış, Kaz Dağları’ndan, Aladağ’dan, Karadağ’dan, Hasan Dağı’ndan, Ağrı Dağı’na kadar cümle dağlar ışıltı içinde... Beri yanından bakınca, öte yanında ne var ne yok görecekmişsin gibi pırıl pırıl aydınlık dağlar. Dağlar saydam, billurdan... Dağlar ışıl ışıl apaydınlık.İşte böyle heybetli bir maviyle etrafını izliyordu Paşam.Aziz Atatürk’e yayık ayranı ikram etmişlerdi. Ayranını bitirdikten sonra Muhtar’a sordu:“Burada ne kadar insan yaşıyor?”Muhtar heyecanla: “Paşam burada aşağı yukarı 1300 kadar insan yaşıyor,” dedi.Atalarının eski kültürlerini, Anadolu’nun her bir köşesinden gelip toplanmış o görkemli kültürleri, ta Altayların eteğinde, Türk halı sanatının ilk örneğini veren İskit kadınlarının dokuduğu Pazırık halılarının motiflerini… Orta Asya Türkleri’nden bugüne gelmiş kültürlerin sembollerini, geleneksel motiflere dönüştürerek sanki Şaman ezgileriyle ritim tutarcasına dokuma tezgâhlarında; türküyle, emekle, terle, göz nuruyla, yaşadıkları acılar, sevinçler, özlemler, yokluklar, sıkıntılar ve karmakarışık ama ümitli duygularla, kökboyalı iplikleri bir sıra kırmızı, bir sıra mavi, bir sıra yeşil, bir sıra siyah, ilmek ilmek dokuyan ve halı denen o renkli yumuşacık mucizevî efsunlu örtüyü yaratan kadınlar, genç kızlar tezgâhlarını bırakıp Eşsiz Atatürk’ü görmek için etrafında pervane olmuşlardı.Muhtar, köy odasında asılı duran, Atatürk’ün resminin işlendiği halıyı hediye etmek istedi.Büyük Atatürk; “Bunu dokuyan kadınlarımızın duyguları var bu halıda. Köy odasında hatıra olarak durması daha anlamlı,” diyerek kabul etmedi. “Halıları dokuyan kadınların kızların duygularını halılara nasıl yansıttıklarına dair bir hikâye aktaracağım sizlere, bunu bana annem söylemişti. ‘Halı deyip geçmemek lazım,’ derdi annem. ‘Halının renginden, motifinden, kısacası dilinden anlayanlar için, bir halı kaside veya mersiye gibidir.’Aziz Atatürk söze başladı:“Bir gün Makedonya paşasına Serez’den katırlara yüklenmiş hediyeler, eşyalar gönderilmiş, hediyeler arasında bir tane de köyde dokunmuş halı varmış. Paşa halıya bakınca gözleri dolmuş, içi sızlamış. Sonra yaverlerine, ‘Tez gidin, bu halıyı dokuyan kızın babasını bana getirin,’ demiş. Adamları birkaç gün sonra halıyı dokuyan kızın babasını yanlarına alıp paşanın sarayına dönmüşler. Paşa ihtiyar adama: ‘Kızın çok üzgünmüş bu aralar, yoksa onu sevmediği biriyle mi evlendiriyorsun?’ diye sormuş.Adam bundan paşanın nasıl haberi olduğunu anlayamadan, düşünceli bir halde:‘Evet paşam, fakir bir genci istemişti evvelinde ama ona değil de zengin bir delikanlıya vermeyi daha uygun görmekteyim, kızım rahat eder diye… İyi de siz bunu nereden biliyorsunuz?’ demiş. Ardından paşa, önündeki halıyı göstererek: ‘Bak! Bunu senin kızın dokudu değil mi?’‘Evet paşam, bu onundur.’‘Kızını sevdiği gençle evlendir. Giderken de iki eşekle bir katır dolusu yük hazırlattım onları da beraberinde götür, belki lazım olur... Haa, bir de unutmadan kızına söyle, kırmızıyı yeşile az çalmış, meramını anlamakta zorlandım, haberi ola!”Aziz Atatürk çok duygulanmış, hastalığını falan unutmuş, adeta dinçleşmişti. Paşamın son aylarında gördüğüm en sevinçli haliydi.“Baba soyumun da içinden çıktığı Kızıl Oğuz Yörüklerinin yurdu burası,” dedi.“Buralarda beni çeken, bana canlılık veren bir şey var. Bu yöreden hiç ayrılmak istemiyorum. Makedonya’daki dedemin köyü olan ‘Kocacık’ta halen yaşayan Kızıl Oğuz Yörüklerine ait kültür hiç bozulmadan burada aynen devam ettiriliyor. Yalnız, halk yokluk içinde. Yokluk ve sefaleti yenmek için önce cehaletiyenmek gerekir.”Muhtar büyük bir coşkuyla;“Gazi Paşam, köyde yıllar önce bir Mehmet Amca vardı, yüz yaşında vefat etti, ‘Ben Mustafa Kemal Paşa’nın dedesi ‘Kızıl Hafız Ahmet’i iyi bilirim, çok değerli bir hafızdı,’ derdi.”Pırıl pırıl parlayan büyük bir halı serili köy odasında, Aziz Atatürk hem kahvesini yudumluyor hem de o engin bilgisiyle atalarının buradan Rumeli’ye Türk ve İslam kimliği kazandırılması için, nasıl götürülüp iskân edildiğini büyük bir keyifle anlatıyordu:Baba soyumun geldiği zaman başlarında ‘Koca Hamza’ isimli bir beyin bulunmasından dolayı önceleri ‘Koca Hamza Yörükleri’ olarak anılmışlar; sonradan çoğunlukla bulundukları yerlerde ‘Kocacıklar’ olarak tanınmaya devam etmişler. ‘Selanik Yörükleri’ ve Osmanlı Devleti’nin eski Kosova ve Manastır Vilayetlerinde yoğun olarak bulunan ‘Ofçabolu Yörükleri’ olarak yazılan ve kayıtları tutulan Yörük grupları içinde annemin soyunun geldiği Kızıl Oğuz ‘Konyarlar’ ile babamın soyunun geldiği ‘Kocacık’ Yörükleri de bulunuyor. İşte hem baba hem de anne tarafımdan soyum Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için karaman Taşkale’den göç ettirilerek iskân edilen Yörük Türkmenlerinden gelmektedir. Annem, babamın atalarının Anadolu’dan gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Balâ Sancağı’na bağlı bir yere yerleştiklerini ve oranın isminin Kocacık olduğunu, ailenin sonradan 1830’larda Selanik’e göç ettiğini, babam Ali Rıza Efendi’nin de 1839’da Selanik’te dünyaya geldiğini söylerdi..."KARAMANLI YAZAR HASAN BARAN
KARAMAN
13 Nisan 2024 - 19:56
KARAMANLI YAZAR HASAN BARAN'IN 'ATATÜRK'ÜN FOTOĞRAFINA BAKARKEN' KİTABINDAN, KARAMAN-TAŞKALE BÖLÜMÜ:
KARAMAN
13 Nisan 2024 - 19:56
EDİTÖR
2003 yılında yayın hayatına başlamıştır. Karaman ve ilçerinden güncel haberlerin bulunduğu yerel tanıtım ve haber sitesidirç
İlginizi Çekebilir